- Kategori
- Haber
Zafer haftası ve köşk…

Bu yazının tarihi 25 Ağustos 2007…
Yarından başlayarak, yani 26 Ağustos ile 30 Ağustos tarihleri arasındaki günleri de her zaman “Zafer haftası” olarak kutlarız.
Atatürk, 26 Ağustos günü sabahı “Büyük Taarruzu” başlattıktan sonra, 30 Ağustos 1922 tarihinde Dumlupınar Meydan Savaşı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Savaş” ile olan uğraşısına son vermiş, 9 Eylül 1922 tarihinde de Türk Ordusu İzmir’e girerken de son noktayı koymuştur.
Atatürk, “Savaş” ile Türk Devleti'nin ilgisini keserken: “Harp zaruri ve hayati olmalıdır. Hayatı millet tehlikeye maruz kalmayınca harp bir cinayettir” demiştir.
Yine aynı anlayış içinde şunları da söylemiştir: “Zaferlerinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, rezil edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişanlığı o kadar büyük ve acı olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve esir kalabilir.”
Atatürk, içinde bulunduğu koşulların yani “savaş” halinin sonlandırılmasından sonra, kazanımların muhafaza edilmesi ve “İleri milletler seviyesine ulaşılması” amacına yönelik olarak bu kez “devrimler “adını verdiğimiz daha “muhteşem” bir uğraşıya girmiştir. Aslında buna “Savaş” demeye dilim varmıyor ama o günlerde “Devrimlere” karşı çıkanları düşündüğümde bunun da bir anlamda “Savaş” olduğunu ama silah kullanılmadan ve “fikir ve ilim” eylemi ile yapılan bir “Savaş” olarak düşünüyorum. O dönemde bu savaşın karşı tarafı, hiç kuşku yok ki, kendi çıkarları doğrultusunda davranan, hilafeti geri getirmek isteyen, ülkenin her anlamda ilerlemesi ve yaşanır bir ülke haline gelmesini istemeyenler de vardır.
Bu nedenle yaşanan en ortadaki olay ise, Atatürk’e düzenlenen meşhur İzmir suikastıdır. Teşebbüs edenler yakalanmış, on altı kişi de idam edilmiştir.
İdam kararının verilmesinin iki temel nedeni vardır. Öyle ya, sonuçlanmamış bir olaya “İdam” cezası fazla gibi düşünülebilir.
Birinci neden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni kuran birinin canına kastetmeye yönelik bir harekettir. O kişi ki, milletine hep güvenmiş, içinde olmuştur. Milletinin içinde korumasızdı. Kimden korunacaktı ki?
İkinci ve daha önemli neden ise, kurtuluş savaşından sonra başlayan ve asıl başarılması gereken savaşa karşı meydan okumadır. Yani “devrimlere” karşı koymaya kalkışmadır.
Atatürk, Ankara’ya geldiği ilk günlerde, bugün Ankara Gar’ı yanında bulunan binada bir süre kaldıktan sonra, “Çankaya Köşkü” ve yeri olma özelliğini taşıyan “Bağ evi”ne taşınmış ve buraya da “Çankaya Köşkü” denilmiş ve bugüne kadar da bu şekilde ifade edilmeye devam edilmiştir.
Bu köşkün en büyük özelliği, kullanılmaya başladığından bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “Muasır milletler seviyesine” ulaşması için çalışmaların “düşünce” bölümüne hep buradan, bu köşkten başlatılmasıdır. Devrimlerin “Düşünme” ile ilgili “Beyin fırtınaları” buradan yürütülmüştür. Laik, demokratik sosyal hukuk devleti olmak için ilk söylemler bu köşkten başlatılmıştır.
Diğer bir deme ile “ÇANKAYA KÖŞKÜ” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarihinin 19 Mayıs 1919 tarihinde yeniden yazılmaya başlamasından sonra, bu günlere ulaşılmasında en büyük etkendir.
Yani…
Türk Milleti için “Çankaya Köşkü” bir çeşit “İç kale” niteliğindedir. En son sığınılacak ve yeniden “Harekete geçilecek” noktadır.
İşte bu nedenle “Ülke” ve “Millet” için “Çankaya Köşkü”nün manevi bir değeri vardır. Değilse, oturulacak durulacak bir mekân olması nedeniyle, büyükçe bir alana yerleşmiş “Devlet”i temsil edenin oturduğu ve görev yaptığı bir yapı topluluğudur.
Nerden girdik nereden çıktık değil mi?
Bir “Zafer haftası” nedeniyle “Köşk kimin” diye soranlar var da…
Evet, Köşk elbette 70 milyonun. İşte onun içindir ki “Düşmesi” kabul edilebilecek bir şey değildir. Orası, kuruluşun ve devlet yapısının, ayrıca da devrimlerin simgesidir.
Hassasiyetimiz bu nedenledir.
Anlamayan varsa, tekrar sil baştan her zaman anlatmaya ve “Köşk” simgesini de korumaya kararlıyız.
İlanen duyurulur…
25 AĞUSTOS 2007
Fotoğraf: Atatürk'ün "Büyük Taarruz" günlerinden...