- Kategori
- Deneme
Güçlüler, haklılar, Ekonominin sonu

Para kılıçtan keskin midir?
Oldum olası güçlülerden pek hoşlanmam. Belki biraz da korkarım. Ya da açıkça söyleyeyim, çok korkarım. Haksız da sayılmam hani. Güçlüler çoğu kez kendilerini haklı görme eğilimindedir, karşılarındakileri dinlemezler, isteklerine uyulmasını isterler. Beklentileri karşılanmazsa iyice sertleşirler.
Bu korkuyu zayıflık olarak niteleyenler olacaktır kuşkusuz. Kendine güvenip haksızlığa karşı ne pahasına olursa olsun durabilecek birisi niçin korksun ki?
Bu çağrım onlara değil. Çünkü bu gücü taşıyanlar kendi doğrularını savunmak için sahnede yerlerini alacaklardır, almalıdırlar.
Beni kaygılandıran, bu satırları yazmama yol açan, güçlüleri haksız bulduğu halde karşı koyacak gücü bulamayanların varlığı. Sonuçta sessiz bir direnç dışında gösterebilecekleri bir güç olmayanlar.
İşte onlara önerim: Aşırı güçlenene karşı kabullenebilecekleri, kendilerine aykırı olmayan bir başkasını desteklemeleri. Toplumda herhangi bir parçanın aşırı güçlenmesi gerçekten inanılmaz bir tehlike oluşturuyor. Sağlıksız bir yapıya dönüşüyor, kanserli hücreler gibi çoğalıp her yeri ele geçiriyor ve tüm güzellikleri yok ediyor. Er ya da geç tek yanlılığa, bazı kişileri ve görüşleri yüceltip putlaştırmaya, sağlıklı gelişme yollarının tümüyle tıkanmasına yol açıyor.
Bu yüzden, çok kesin bir görüşü, kemikleşmiş bir ideolojisi olup ne yapacağını adı gibi bilenler dışındakilere benim önerim, gelişmeyi dengelemek için aşırı güçlenenden desteklerini çekmeleri. Hiç değilse bir süreliğine.
Bunun ekonomiyle ne ilgisi mi var? Aslında pek yok. Ama bütün politik seçimler gibi bu da kimin çıkacağını, kimin batacağını belirliyor. Holding sahibi olmakla açlık sınırının altına düşme arasındaki fark ekonomikse, bunun da ekonomiyle ilgili olduğu söylenebilir.
Peki böyle bir öneri kimin için, nasıl bir anlam taşıyabilir?
Yönetim gücünü elinde tutanlar ve yandaşları yükselişlerini yavaşlatmak için bir taktik olarak yorumlayabilir, durmayıp devam edeceklerini söyleyebilirler.
Seçenek oluşturması gereken diğerleri bunu kendilerini bölme çabası olarak değerlendirebilir, iç bütünlük ve tek sesliliğin öneminden, kendi önderleri çevresinde kenetlenmenin tek çözüm olduğundan söz edebilirler.
Kimse hoşnut olmaz böyle bir yaklaşımdan. Yönetimler bildiğini okumayı sürdürür. Önlerine açılan yolların sınırlı seçeneklerinin dışına çıkamayan diğerleri de isteyerek ya da bilmeden onları destekler.
Bu desteğin ekonomik sonuçlarıysa bazen çok ağır olabilir. İşleri kötü gittiği için intihar eden patronlarla işsiz kalıp yaşama umudunu yitiren yoksullar aynı gemide yol almaya başlayabilirler.
Ekonominin Sonu
Gelişmiş ülkelerin toplantıları kriz sorunlarını çözmekte yetersiz kalıyor. NATO eski NATO değil, Avrupa Birliği geleceğinin nasıl olacağını tartışıyor. Ulusal orduların küçülmesinden söz ediliyor.
Fabrikalar krizden kapanıyor, işsizlik sigortası için başvurular artıyor.
Stiglitz krizden çıkış için öneriler getirmiş. Küresel ekonomik koordinasyon konseyi, küresel finansal düzenleyici ve yeni küresel rezerv sistemi kurulmalı, yeni bir yapı oluşturulmalıymış. Yoksa bunun acısını yoksul ülkeler çekecekmiş. Önlem alınmazsa işsizlerin sayısı çığ gibi artacak, yüz milyonlarca kişi yoksulluğa sürüklenecekmiş.
Neyse ki Uluslararası Para Fonu (Ünlü IMF) krizin geleceğini görerek ortaya epey bir para koymuş. Bu da krizin etkisini epey sınırlamış. Strauss-Kahn kurumun ilk sosyalist kökenli başkanı olarak biliniyormuş. Bu göreve gelince her zamankinden daha çok sosyalist olduğunu söylemiş.
Marx kapitalizmin sonunun işçi sınıfının üretim araçlarını ve yönetimi ele geçirmesiyle geleceğini öngörmüş.
İşçi sınıfı değil ama birileri, kaynakları epey hızlı biçimde ele geçiriyor. Bu değişim ve alınan önlemler yeni bir denge kurulmasını sağlayabilir mi? Krize yol açan alışkanlıkları dizginleyecek bir finans denetim sistemi kurmak risklerden aşırı para kazanma eğilimini durdurabilir mi?
İngiltere 1931'de, ABD 1971'de paralarının altına olan bağımlılığını kaldırmışlar. Bu karşılıksız para sistemi bugünkü çöküşün temellerini yaratmış. İyileşme sağlanmazsa kriz bazı ülkelerin çöküşünü getirebilir, büyük bir felaketle karşılaşılabilirmiş.
Tatile giderken nasıl bir seçim yaparsınız? En iyi yerde kalıp kısa bir süreyle mi yetinirsiniz, yoksa daha hesaplı bir çözüm bulup tatili olabildiğince uzatmak mı istersiniz? Elbette en iyi yerde, üstelik tüm birlikte olmak istediklerini de çağırarak, istediği kadar kalabilecekler olduğunu da biliyorum. Ama onlar anlatmak istediğim konuyla ilgili iyi bir örnek değiller.
Ben en iyi yer olmasa bile bana uygun olan, rahat edebileceğim bir yer seçip koşullarıma uygun bir çözüm bulmaya çalışırım. Zorla katlanacağım koşullarda uzun süreli bir tatil bana anlamlı gelmez.
Yaşamda da sanırım benzer bir seçim (belki adı konmasa da) yapılıyor. Yaşamın da olabildiğince uzun olması isteniyor. Oysa yazarın dediği gibi “yaşamların en uzunu en iyi yaşam değildir ama ölümlerin en kısası en iyisidir”. Yine de insanlar koşulları ne olursa olsun bir an, bir gün, bir ay, bir yıl daha fazla yaşamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Toplum ve tıp bilimi de bu yaklaşımı destekliyor.
Şimdi söyleyeceğim birçok kişinin hoşuna gitmeyecek, biliyorum, ama kullandığımız cihazlar, çamaşır ve bulaşık makineleri, arabalar, televizyonlar, cep telefonları gibi bedenlerimizin de ekonomik bir ömrü olmalı. Yani en uygun sürede en fazla değer üreteceği dengeli bir en iyi çözüm noktası. Yaşamda tatmak, insanlığa katmak istediğimiz güzellikler neyse, bunları yapmaya çalışırken çok verimli ve üretken, toplum kaynaklarını tüketirken de cimri olacağımız bir çözüm aralığı, en iyi ve verimli yaşam süresi. Üreticilerin kullandığı gösterime göre A üstü bir verimlilik. Tüm yaşamımızı buna göre planlayıp bu süreyi iyi kullansak istediklerimizi doya doya yaşayıp dünyaya güzel izler bırakamaz mıyız? Bununla yetinmeyip yine yazarın dediği gibi "tabağın dibini kazıyana dek sıyırmaya çalışmak" niye?
Evet, birçok kişi bu söylediklerime tepki duyacak, belki haklı da olacak. Sonuçta ben de bunu kabul görmesi gereken bir yaklaşım olarak savunamam. Yaşam herkesin bireysel olarak sahip olduğu bir hak, bir ayrıcalıktır. Kimine doğru gelen, yaşamdan güzel tatlar alıp verimli olabildiği süreyi olabildiğince uzatmak, ötesine uzanmamak olabilir. Kimiyse çağdaş tıp biliminin tüm olanaklarını kullanarak gidebildiği en son noktaya varmak isteyebilir.
Başkalarının seçimlerine saygı duymak dışında ne yapılabilir?
Sağlıkla ilgili reklamların artması Hipokrat yemininin günümüz koşullarında tüccar doktorlar ve tıp ticarethaneleri için pek de geçerli olmadığını gösteriyor. Satış baskısı altındaki tüccar malını satmak için elinden geleni yapar; müşterinin ihtiyacı olmasa da! Peki ya paraya ihtiyacı olan bir doktor? Kendisine güvenen hastadan yapacağı gerekli gereksiz işlemlerle para kazanabilecekken bundan dürüstlük adına vazgeçebilir mi?
Ekonomiler nereye gidiyor? Güçlüler güçlerinin getirdiği ayrıcalıklardan vazgeçebilirler mi? Bir yandan üretim teknolojisinin değiştiğinden, otomasyondan söz ediliyor. Diğer yandan üretim, ucuz işgücü bulunan bölgelere kayıyor. İnsanların gerek duyduğu ürünleri sağlayacak yeterli kaynak var mı? İşgücü olarak olmalı, insanlar çok eski dönemlerde bile çalışıp kendilerine yetebiliyorsa bu teknoloji çağında böyle bir sorun olamaz. Ya diğer kaynaklar, enerji, hammadde, su? Bunlarda sıkıntı yaşanabilir deniyor. Daha fazla tüketim daha fazla üretim istiyor, aşırı üretim doğal kaynakları çok hızlı eritiyor. Daha çok para ve kazanç yaşamın temel amacı oluyor. Oysa ekonomik sistem insanların rahat ve mutlu yaşamasını sağlamalıdır.
Para artık kağıt bile değil, bilgisayar ekranlarındaki rakamlar. Büyük bir tesisin değeri altınla ya da dolarla ödendiğinde yine büyük bavulları doldurabilir. Oysa elektronik transferle değerler hareket eden elektronlarla ölçülmüş oluyor. Böyle olunca da zaman zaman elektronlar efendilerine hizmet edebilmek için yollarını şaşırıyorlar. Milyonlarca dolarlık hizmet bedeli olarak onların hesaplarına geçiveriyorlar. İnanılmaz kazançlar bir anda oluşup bir anda buharlaşabiliyor.
İnsan, yanlışlarına sürekli yenilerini ekliyor. (1) Yeni dönemin bu koşullarında gerçek değerleri üretmekten çok sanal karşılıklarını yönetmek önem kazanıyor. (2) İşte bu da tehlikeli bir süreci başlatıyor, gereken gerçek değerleri üretemeyen bir sistem varlığını sürdüremez. Gerçek değerleri gerçek olmayan araçlarla ölçüp harcanan emeğe göre değil, rastlantılara ve oyunlara göre değişime sokan bir sistem uzun dönemde ayakta kalamaz. Bu açıdan bakınca, sisteme sonradan girenlerin paralarıyla kurucularına milyonlar kazandıran bir saadet zinciriyle, bazı olanakları eline geçiren kişilere kendi kazançlarını istedikleri gibi belirleme hakkı tanıyan serbest piyasa yaklaşımı arasında pek de büyük bir fark olduğu söylenemez.
Değer üretilmeyince ekonomiden söz edilemez. Kumar ve aldatma tek gerçek olduğunda ekonominin sonu gelmiş demektir.
1. Mehmet Arat, Doğa'nın en büyük yanlışı: insan, http://blog.milliyet.com.tr/doga-nin-en-buyuk-yanlisi--insan/Blog/?BlogNo=352989
2. Mehmet Arat, Cep ekonomisi, http://blog.milliyet.com.tr/cep-ekonomisi/Blog/?BlogNo=346081
(Geçmiş Yazılardan İzler, http://blog.milliyet.com.tr/gecmis-yazilardan-izler-1/Blog/?BlogNo=358427)